GDO karşıtlığının dayanılmaz hafifliği
GDO’ların etkileri üzerinde şimdiye kadar yapılmış çalışmaların belki de en kapsamlısı teknoloji karşıtları tarafından anında çarpıtılabiliyor. GDO karşıtlığının böylesi kolay olduğu çağımızda, bilimsel gelişmeler ile tarımsal üretimin arttırılması gittikçe zor bir uğraş halini alıyor.
Geçtiğimiz birkaç ay içerisinde iki kez televizyon programına çıkmak zorunda kaldım. Amaç, sözüm ona gıdalar konusunda basında oluşturulan bilgi kirliliğine karşı doğru bilgilerle halkı aydınlatıp rahatlatmaktı. Ancak, bu tabii ki pek mümkün olmadı; milletin kafası biraz daha karıştı. Zira, gıdalar üzerinde felaket tellallığı yaparak halkın korkularından nemalanmayı meslek haline getirmiş şarlatanlar, her gün en ufak bilimsel dayanağı olmayan iddialarla basının ilgi odağı olmayı başarıyor.
GDO’ların geniş alanlarda yetiştirilmeye ve tüketilmeye başlandığı 1996 yılından beri 20 yıl, yani neredeyse bir nesil geçtiğini düşündüğümüzde, bu şarlatanların başarısı karşısında şapka çıkartmak gerekiyor. Bu teknoloji karşıtları, yıllardır GDO’ların insan ve hayvan sağlığını olumsuz etkilediğini, çevreyi mahvettiğini ve küçük üreticileri iflas ettirdiğini iddia edip duruyor.
Daha bir iki gün önce, internet haber portallarından birinde Kaldırım Mühendisleri Odası Başkanı ile sözde bir uzmanın GDO’lu yemle beslenen hayvanların sütüne GDO geçtiğinin kanıtlandığı, bu nedenle kanser vakalarının arttığı vs. gibi iddialar tekrar gündeme taşındı. Bu haberler “toplumsal duyarlılığı yüksek bilim insanlarının, büyük şirketlerin ve endüstriyel gıda üretiminin karşısındaki cansiperane mücadelesi” şeklinde algılanıyor olmalı ki her gün basında aynı mesnetsiz iddiaları sıkılmadan gündeme getirebiliyor.
GDO üretimi yasak, ithalat serbest
Daha önce defalarca yazdığım gibi; bizdeki GDO karşıtlarının bilgi kaynağını, Almanya ve Fransa gibi teknoloji karşıtlığın yoğun olduğu Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde bu işi meslek haline getirmiş çeşitli çevreci gruplar oluşturuyor. Beşi dışında AB ülkelerinde GDO üretilmiyor, 58 GDO ise yem ve gıda amaçlı tüketilmek üzere ithal ediliyor. Aslında, buna “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?” demek gerekiyor; “üretmiyor ama tüketmek üzere ithaline izin veriyorsunuz.” Daha önce de yazdığım gibi bu tamamen AB’deki basiretsiz yönetici ve politikacıların bir sorunu.
Bizdeki durum daha da vahim. GDO ekimi kanunen yasaklanmış durumda; yem amaçlı kullanılmak üzere bazı GDO’ların ithaline izin veriliyor, ancak gıdalarda GDO kullanımına izin verilmiyor, izinsiz kullanımın hatta eser miktarda istem dışı karışmanın cezası ise 5-12 yıl hapis. Benim ve diğer araştırmacıların yaptığı onca çalışma, gıdalarda GDO olmadığını ortaya koymuş olsa da gün geçmiyor ki biyogüvenlik zaptiyeleri GDO bulmasın!
Bunlar tabii ki milyonlarca dolar yatırım yapılarak kurulmuş olan laboratuvarlarda çalışanların yetkin olmamalarından kaynaklanan hatalı analiz sonuçları. Ama bu haberler, her dem basında karşınıza çıkabiliyor. Halk sağlığını gerçekten tehdit eden aflatoksin, fumonisin, pestisit kalıntıları ve merdiven altında hijyenik olmayan koşullarda üretim gibi tehlikeli unsurlar ise GDO safsatasının gölgesinde kalıp zarar vermeye devam ediyor.
İddiaların çoğu abartılı ya da asılsız
Bizde durum böyleyken, geçtiğimiz ay yani Mayıs ortalarında, Amerikan Ulusal Bilim, Mühendislik ve Tıp Akademileri tarafından oluşturulmuş 20 kişilik uzman komitesi iki yıllık çalışma ardından bir kez daha GDO’ların güvenli olduğunu açıkladı. “Genetik Mühendisliği Ürünleri: Deneyimler ve Beklentiler ” başlıklı 420 sayfalık rapor, şimdiye kadar hazırlanmış raporlar arasında en kapsamlı olanı.
Son 30 yılda genetiği değiştirilmiş ürünler üzerinde yapılmış bilimsel yayınlar ve ortaya atılan iddialar, hemen her yönüyle incelenmiş ve ortaya atılan iddiaların ya çok abartılı olduğu ya da aslı olmadığı bulunmuş. Buna karşın, böceklere dayanıklı bitkilerin yetiştirildiği bölgelerde pestisit kullanımı düştüğü için üreticilerde pestisit kullanımı sonucu oluşan zehirlenme GDO karşıtlığını meslek haline getirmiş profesyonel eylemci gruplar özellikle AB ülkelerinde politikacıların ve basının tam desteğini almış görünüyor.
Türkiye’deki yaklaşım da aynı
Türkiye’de de durum pek farklı değil. Bilimsel çalışmalar ve bunlara dayanan hakemli dergilerde yayımlanan makaleler, bu teknoloji karşıtlarını zerre kadar ilgilendirmiyor. Hatta bilimsel makaleler ile karşılarına çıktığınızda, bu çalışmaların çok uluslu firmalar tarafından desteklendiğini ve yok hükmünde olduğunu söyleyerek felaket tellallığına daha da güçlenmiş olarak devam ediyorlar. Tabii ki bundan da en fazla karnını ancak doyuran gariban vatandaşlarımız zarar görüyor.
Bu şarlatanlara göre, 350 yıllık geçmişi olan Kraliyet Bilimler Akademisi ya da sözünü ettiğimiz raporu hazırlatan Amerikan Ulusal Bilim, Mühendislik ve Tıp Akademilerindeki 300’den fazla Nobel ödüllü bilim insanının hepsi büyük şirketlerin emrinde çalışıyorlar. Keza Amerikan Gıda ve İlaç Ajansı (FDA) ya da Avrupa Gıda Güvenliği Otoritesi (EFSA) gibi kamu otoritelerindeki bilim komiteleri de bu şirketlerin güdümünde hareket ediyor.
Somut kanıtlarla itiraz eden yok
Değerli okurlar, elbette her kurum ve kuruluşta evrensel, bilimsel ve akademik etik değerlerine sahip olmayan bireyler bulunabilir. Bütün mesele, sepetteki bu çürük elmaları ayıklayıp atma cesaretini gösterebilmekte. Söz konusu bilim kuruluşları, uzun yıllara dayanan itibarlarını bu ayıklama sürecini başarıyla yönetmeye borçlu. Geçmişi en kısa olan EFSA da bu konuda son derece açık kriterler getirdi ve komitelerde görev alan bilim insanlarının “conflict of interest” (çıkar çatışması) beyanlarını internet sitesinde kamuoyunun izlemesine sundu.
İtirazı olanlar, Türkiye’den de olsa, ellerindeki somut kanıtlarla başvuru yapıp ilgili kişinin görevinin sonlandırılmasını isteyebilir. Her ne hikmet ise, bu iddiaları ortaya süren bizim şarlatanlar ile onların Avrupalı akıl hocaları, şimdiye kadar böyle bir girişimde bulunma zahmetine girmedi.
Vicdani ve ahlaki yaklaşıma ihtiyaç var
Neyse, biz rapordaki bulguları özetlemeye devam edelim. Bu yıl emtia fiyatlarındaki düşüşlere bağlı olarak ekim alanlarında kısmi bir azalma olsa da GDO ürünler başta ABD, Brezilya, Arjantin, Kanada ve Hindistan olmak üzere dünya genelinde 180 milyon hektarda, yani tarım alanlarının yüzde 12’sinde ekilmeye devam ediliyor. Ana ürünler; soya, mısır, pamuk ve kolza olmakla beraber genetiği değiştirilmiş 10 kadar ürün (bunlar arasında çeltik yok) farklı oranlarda ekiliyor ki bunlar da yine bazı herbisitler ile bazı böcek zararlılarına karşı dayanıklılık kazandırılmış türler. Raf ömrü uzatılmış, vitamin ya da mineralce zenginleştirilmiş, bakteri ve mantar hastalıklarına dayanıklı ürünlerin ise henüz piyasada bulunmadığını görüyoruz.
Bunları bir kısmı yüksek biyogüvenlik masrafları dolayısı ile yüksek tohum fiyatlarını karşılayamadıkları için, bir kısmı da politik nedenlerle piyasaya çıkamıyor. A vitamini yükseltilmiş pirincin sözde çevreci gruplar tarafından yönlendirilip desteklenen politik manevraların kurbanı olduğunun, bundan dolayı da her yıl yüzbinlerce çocuğun öldüğünün altını çizelim. Umarız bu rapor, sözde çevreci grupların bu her türlü vicdani ve ahlaki sorumluluktan uzak yaklaşımlarını yeniden gözden geçirmelerine yardımcı olur.
Kanser iddialarının aslı
Biliyorsunuz, teknoloji karşıtları sürekli GDO’lar nedeniyle kanser vakalarının arttığını iddia ediyor, hatta kendi gruplarınca desteklenen bir araştırmacının bilimsel yöntemleri hiçe sayarak yaptığı çalışma sonuçlarını ya da bir yerdeki bir üreticinin iddialarını buna delil olarak sunuyorlar.
Rapor, bu kanser iddialarını da ele almış. GDO’ların üretilmeye başlandığı 1990 ortalarından itibaren bu GDO’ların milyonlarca insan tarafından gıda olarak tüketildiği, ABD ve Kanada ile GDO’ların insan gıdası olarak tüketilmediği, Avrupa ülkelerinde kaydedilen kanser vakası sayıları karşılaştırılmış bu kapsamlı epidemiyolojik çalışma sonucu arada önemli bir fark bulunamamış. Buna ilaveten, geçtiğimiz 20 yıldır GDO ürünleriyle beslenen milyarlarca hayvanda da klasik ürünlerle beslenenlere göre herhangi olumsuz bir durum saptanamamış.
Sorunlar ekim koşullarına uymamaktan kaynaklanıyor
Rapor, GDO’ların üretilmesinde izlenen bazı tarımsal uygulamaların yarattığı olumsuz etkileri de aslında gayet güzel saptamış. Bunlardan en önemlisi, GDO’ların monokültür olarak ekilmesi ya da böceklerin direnç geliştirilmesini engelleyecek “barınak” stratejilerinin göz ardı edilmesi. Bu kültür hataları; her yıl üst üste herbisite dayanıklı soya ve/veya mısır ekilmesi sonucu o bölgelerde glifosata dayanıklı yabancı otların gelişmesi ve bunların artık glifosat ile kontrollerinin mümkün olamaması.
Keza, Hindistan örneğinde olduğu gibi, özellikle küçük üreticilerin böceklere da yanıklı pamuk ekiminde yüzde 20 oranında klasik pamuk ekilmesi koşuluna uymamaları ve bunun neticesinde zararlıların dayanıklılık geliştirmeleri. Bunlar, aslında GDO’nun bizzat kendisinin değil, ekim talimatlarına uymayan üreticilerin yaratmış olduğu sorunlar. Nitekim benzer sorunlar, GDO üretimi başlamadan önce klasik herbisit ve pestisitler ile de tekrar tekrar yaşanmıştı.
Çarpıtılan sonuçlar
Burada sıkı durun: GDO karşıtlığıyla ünlü İngiliz organik sektör kuruluşu “Soil Association” basın sorumlularından Hayley Coristine, rapor hakkında şu görüşü bildirmiş: “Rapor GDO’ların insan sağlığı üzerindeki etkisini inceleyen yeterli uzunlukta çalışma bulunmadığının... ve eskiyen GDO teknolojisinin başarısızlığının... altını çiziyor.” GDO karşıtı cenahtan böyle cımbızlama yöntemiyle daha birçok eleştiri geleceğinden kimsenin şüphesi yoktur sanırım. Rapor ile ilgili olarak gerek ABD ve gerekse Avrupa’da gazete yayınları yapıldı ama bizim medyada henüz bu konuda tek bir satır göremedim. Olumsuz bir rapor çıkmış olsa bizim cevval medya ekibi eminim bu haberi hiç atlamazdı.
Raporun son bölümü ise biyoteknolojide düzenleyici mevzuata ayrılmış. Genelde son ürünün üzerinde yoğunlaşan ABD ve Kanada, biyogüvenlik mevzuatlarıyla ürünün geliştirildiği yönteme odaklanan AB mevzuatları arasındaki farkı önceki yazımda anlatmıştım. Şimdi Atlantik’in her iki yanında da klasik genetik mühendisliği teknikleriyle geliştirilmiş GDO’lardan farklı olarak, CRISPR gibi çok daha hassas yöntemlerle yeni bitkiler geliştirmek mümkün hale geliyor. Örneğin, bu yöntemle geliştirilen herbisite dayanıklı yağlık kolza, verimi yüksek mısır ve kararmayan mantar, ABD otoritelerinden klasik GDO’lar gibi onaya gerek olmadığına yönelik olur almış bulunuyor.
Mevzuatlar gelişen teknolojiye uyumlu hale gelmeli
Bununla beraber, hem ABD’de hem de Avrupa ülkelerinde bazı araştırmacılar da dahil bir grup bu kararı eleştirip, “Bitki genetiğinde yapılan en ufak bir değişiklik dahi beklenmedik sonuçlara yol açabilir” diyerek biyogüvenlik mevzuatının bu yeni bitkilere de uygulanmasını istiyor. Bu endişede doğruluk payı olsa da asıl sorun Amerikan mevzuatının 1986, Avrupa güvenlik mevzuatının ise 1990 tarihli olması. Diğer bir ifade ile o zamanlarda henüz
emekleme çağında olan genetik mühendisliği teknolojisinin bugünlerde gelmiş olduğu konum çok daha farklı. Hem daha hassas ve hedefe yönelik değişiklikler yapılabiliyor hem de bu değişikliği klasik GDO tespit yöntemleriyle tespit etmek mümkün olmuyor. Dolayısıyla biyogüvenlik mevzuatlarının gelişen teknolojilere uygun olarak tekrar gözden geçirilmesi önemli bir zorunluluk gibi görünüyor.
Özetle, yukarıda kısaca anlatmaya çalıştığım üzere, GDO’ların etkileri üzerinde şimdiye kadar yapılmış çalışmaların belki de en kapsamlısı olan rapor ve vardığı sonuçlar teknoloji karşıtları tarafından anında çarpıtılabiliyor. GDO karşıtlığının böylesi kolay ve verimli olduğu çağımızda, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin, tarımsal üretimin arttırılması ve insanların yeter miktarda yüksek kaliteli gıdalara erişiminin sağlanması gittikçe zor bir uğraş halini alıyor.
|