Besteci Eray Düzgünsoy’un İlhan Berk’in kitabından yola çıkarak hazırladığı “Şifalı Otlar İçin Postlüdler” albümü bitkilerin renkli dünyasının müzikal yansımalarından oluşuyor.
Yedi yıl önce kaybettiğimiz şair ve ressam İlhan Berk’in ilk olarak 1982 yılında yayınlanan Şifalı Otlar Kitabı, yazarın farklı bitkiler üzerine kaleme aldığı notlardan oluşuyor. Domatesten anasona, üzümden enginara kadar pek çok ürüne dair tasvirler, anekdotlar, bilgi ve yorumların bir araya geldiği kitap, okuru bitkilerin dünyasında bambaşka bir yolculuğa çıkarıyor.
Besteci Eray Düzgünsoy için ise aynı yolculuk yepyeni arayışları beraberinde getirdi ve onu bu bitkilerin müziğini yapmaya yöneltti. Düzgünsoy’un 2011 yılında yayınlanan Şifalı Otlar İçin Postlüdler* albümü, İlhan Berk’in kitabından seçilen 16 farklı bitki için yazılmış modern kompozisyonlardan oluşuyor. Albümde her bitkiyi farklı bir solo çalgı temsil ediyor: Örneğin kabak-kontrbas, gül-piyano ya da iğde-obua…
tarlasera, “Bitkiler aslında hayatımızın merkezinde. Ama merkezdeki bu güzellikler üzerine çok fazla düşünmüyoruz. Oysa bunlar unutulmaması, aksine belki de ödüllendirilmesi gereken şeyler” diyen Eray Düzgünsoy’la bitkiler ve müzik üzerine keyifli bir söyleşi yaptı.
Şifalı Otlar Kitabı’yla nasıl tanışmıştın?
Aslında Şifalı Otlar’dan da önce, geçmişten beri botanik illüstrasyonlara karşı bir ilgim oldu. Örneğin bir havucun köküyle birlikte çiziliyor oluşunu hep etkileyici bulmuşumdur. Bu görüntülerin bende nostaljik bir tarafı da var. Çocukluğumdan kalan imgelerden birisi; boş geçen yaz tatillerinde tek başıma ya da bir arkadaşımla beraber bir söğüt gölgesi altında yapılan küçük pikniklerdir. O doğal havayı bu illüstrasyonlarda hissediyordum. Bu botanik çizimler özellikle İngilizlerde, ama bizde de mutfak süslerinde, seramiklerde, kullandığımız tabaklarda hep görülür.
Bu konuları araştırdığım bir dönemde karşıma Şifalı Otlar Kitabı çıktı. Ve tam da çocukluğumda kurmuş olduğum o dünyanın diliyle, İlhan Berk’in yaşını aldığı bir dönemde, Bodrum’da masa başında otururken bitkiler üzerine kurduğu bu samimi dil arasında bir yakınlık hissettim. Albümün hikayesi de burada başladı.
Enstrümanlarla bitkiler arasındaki ilişkiyi nasıl oluşturdun?
Kitaptan 20 bitki seçtim ve bu bitkiler ile orkestra enstrümanları arasında bir takım yakınlıklar kurdum. Bunların bazıları işitsel çağrışımlardı. Örneğin daha “iri” duyulduğunu düşündüğüm timpaninin karpuzla; ya da trampetteki “dağılma-dökülme” çağrışımının nar ile ilişkilenmesi gibi… Bir de tarihsel bağlar var. Mesela boruçiçeği için Barok dönem enstrümanı olan klavseni düşündüm. Boruçiçeği gibi bitkilerin Avrupa’ya taşınma süreci Barok döneme denk düşüyor. Bu dönemde bitkiye methiye çok yaygın. Toprağa, bitkilere, meyve-sebzeye yazılmış çok sayıda şiir var. Özellikle de domates, karabiber gibi Avrupa’ya yeni ithal edilmiş ürünler üzerine çok eser bulunuyor.
Klavsen-boruçiçeği albümde yer almadı sanırım?
Evet, 4 bölümü albümün çıkışından sonra tamamladık. Klavseni İstanbul Barok’un kurucusu Leyla Pınar çaldı. O da konuya çok ilgi duymuş, hatta Guiseppe Archimboldo’nun meyvelerden oluşan insan figürlerinin yer aldığı resimleriyle bu proje arasında bir benzerlik kurmuştu. Albümün yeni baskısına klavsen ve Alper Maral’ın çaldığı bas trombon-ıspanak ile beraber en az 4 bölüm daha eklenmiş olacak.
Bestelerin oluşum sürecini biraz anlatır mısın?
Parçaları 2007 yılında yazdım. Aynı süreçte bir de botanik illüstrasyon kursuna başladım. Bunları yaparken müzikler kafamda daha da başka bir yere oturdu. Modern bir müzik olsun; ama bir taraftan herkesin dinleyemeyeceği bir modda da olmasın istedim. Bitki doğallığında kendini nasıl büyütüyorsa; müziğin de kendini dallanıp budaklandırmasını, aynı sadelikte, aynı nötrlükte olmasını istedim. Besteler bittikten sonra iş büyüdü. Önce kitaptaki metinleri ayıkladım, yanına ilgili parçanın notalarını koydum, ciltletip 10 adet kopyasını hazırlattım. Yani biraz oyun oynadım kendi kendime.
Bir de İlhan Berk ile tanışma öykün var.
Evet, çok sevdiğim bir yazar abim var; Bedirhan Toprak. Konuyu ona anlattım, o da “Neden İlhan Berk’e sunmuyoruz?” dedi. Tam da o dönemde İstanbul’da İlhan Berk’in resimlerinden oluşan bir sergi düzenlendi ve İlhan Berk de İstanbul’a gelip serginin açılışına katıldı. Orada hem kendisiyle tanışma hem projeyi anlatma fırsatım oldu. O da duyduğunda çok sevindi, albüm bittiğinde dinlemek istediğini söyledi; ama bu tanışmadan birkaç ay sonra vefat etti. Ben de projeyi sonrasında bitirebildim.
İlhan Berk’in Şifalı Otlar’ını senin için özel kılan şey neydi?
Şimdilerle “şifalı otlar” denildiğinde biz hep bir takım bitkileri ayırıyoruz; adaçayı, ıhlamur, kantaron gibi. Halbuki kitapta karpuz da bu şifalı otların içinde, lahana da, ayva da. Ve hepsine çok farklı anlamlar katılarak, ama çok yalın bir dille methiyeler düzülüyor. Bizler hayatımızın merkezindeki güzellikler üzerine pek fazla düşünmüyoruz. Oysa bunlar unutulmaması, aksine belki de ödüllendirilmesi gereken şeyler. Benim için bunlar üzerine müzik yazılması gereken şeyler.
Günlük hayatta bitkilerle aran nasıl?
2007 yılında bu işlerle uğraşmaya başladıktan sonra çok ciddi bir meyve tüketicisi haline geldim. Bir üzümü veya kirazı ağzıma atıp o tadı düşünerek öylece daldığım anlar çok olur. Ya da mesela bir portakalın tadı kadar özel olan kaç şey var ki hayatta? Bunlar belki çok soyut, ama benim için çok önemli şeyler. Belki herkes için de öyle; ama gündelik hengâme bunların üzerine düşünmemize fırsat vermiyor. Mesela zeytinin tadının farkına ancak gittiğimiz tatil yörelerinde yapılan kahvaltılarda varabiliyoruz. Oysa günlük hayatta da böyle olmalı. Bu biraz da kendini dinlemekle alakalı bir süreç.
Hiç kendin bir şeyler üretmeyi düşündün mü?
Düşünmedim değil; ama uzun vadede. Ancak bu “İnzivaya çekileyim, kendim için 3-5 bir şey ekeyim” gibi bir şey değil; bir gün ciddi şekilde düşünmeye başlarsam bayağı tarlada geniş geniş yapmak isterim bu işi.
*Postlüd: Bir müzik eserinin sonundaki kapanış bölümü.