Biyogüvenlikte ürün mü önemli yöntem mi?
Biyogüvenlik değerlendirmelerinde ürünün mü yoksa o ürünü geliştirmekte kullanılan yöntemin mi belirleyici olduğu tartışılmaya devam ediyor. Önemli bir grup ürün bazında değerlendirme yapılmasını daha akılcı bulsa da bunun için biyogüvenlik mevzuatının değişmesi şart.
tarlasera’daki yazılarımı izleyenler genetiği değiştirilmiş organizma (GDO) ve biyogüvenlik kavramlarını sıkça gündeme getirdiğimi hatırlayacaktır. Burada önemli olan, modern biyoteknoloji yöntemleri kullanılarak geliştirilen ürünlerin insan sağlığı ve çevre üzerindeki olası olumsuz etkilerini değerlendirmede kullanılan politik ve işlevsel önlemlerin bilimsel esaslara dayandırılmasıdır.
Bu bağlamda etki yaratan ve etkilenen iki grup bulunduğunu görebilirsiniz. Birinci grupta modern biyoteknoloji yöntemleri ve bu yöntem kullanılarak geliştirilen ürünler, yani GDO’lar, ikinci grupta da bunların kullanımından etkilenen insanlar ve çevre bulunmaktadır. Diğer bir ifadeyle biyogüvenlik kurallarının ve uygulamalarının aslî hedefi, insanları ve çevreyi modern biyoteknolojik yöntemler kullanılarak geliştirilmiş ürünlerden korumaktır. Ancak, insanoğlu her zaman olduğu gibi burada da kendi eliyle büyük bir korku ve karmaşa yaratmış, şimdi de bunun içinden çıkmaya çalışmakta ya da çıkmaya çalışıyor görünmektedir.
Kuzey Amerika ürüne, Avrupa yönteme odaklanıyor
GDO’ların insan sağlığı ve çevre üzerindeki olası olumsuz etkilerinin ilk defa bu teknolojiyi geliştiren bilim insanlarınca 1975’te Asilomar Konferansı’nda enine boyuna tartışılarak gündeme taşındığını, ardından da önce ABD’de sonra AB ülkeleri ve diğer ülkelerde gerekli yasal düzenlemelerin yapıldığını tarlasera’da daha önce çıkan “Biyogüvenlik nedir, ne değildir?” başlıklı yazımda detaylı olarak anlatmıştım.
Anımsanacağı üzere, Kanada ve ABD gibi modern biyoteknolojik yöntemler kullanılarak geliştirilen ürünleri yani GDO’ları ürünün özellikleri bazında değerlendirmeyi benimseyen bir grup ülkeye karşı, AB ülkeleri ve Türkiye gibi GDO’lara çekinceyle yaklaşan bazı ülkeler bu ürünleri geliştirmede kullanılan modern biyoteknolojik yöntemlere takılmış bulunuyorlar. Bu husus, yani biyogüvenlik değerlendirmelerinde ürünün mü yoksa o ürünü geliştirmekte kullanılan yöntemin mi belirleyici olduğu ya da olacağı tartışması yeni bitki ıslahı teknikleri ile elde edilen bitkilerin nasıl değerlendirileceği sorusuyla yeniden alevlendi.
Kanada örneği
Aslına bakarsanız gerçek anlamda “ürün” esaslı risk değerlendirme sistemi sadece Kanada’da uygulanıyor. Burada önemli olan, şu veya bu ıslah yöntemiyle geliştirilen “yeni ürünün” yeni ürün ya da sıra dışı bir ürün olarak değerlendirilebilmesi için ne tip özelliklere sahip olduğu.
Örneğin, piyasaya sunulmak istenen yeni bir domates çeşidi daha önce piyasaya sürülmüş olan domates çeşitlerinde hiçbir şekilde bulunmayan bir özellik taşıyorsa bu “yeni ürün” olarak ele alınıyor ve insan sağlığı ve çevre üzerindeki etkileri yetkili kuruluşlar tarafından incelemeye alınıyor. Buna karşı, eğer domatese zaten bilinen ve kullanılmakta olan bir herbisite dayanıklılık geni ya da lepidopter sınıfına giren tırtıllara dayanıklılık sağlayan Bt geni aktarılmış ise bu domates “yeni ürün” kategorisine girmiyor ve klasik ıslah yöntemiyle elde edilmiş bir domates gibi işlem görüp tescillenerek pazarlanmasına başlanabiliyor.
Türkiye “Kafadarlar” grubunda!
Türkiye’de Bakanlığın GDO’ların tarla denemelerine ilişkin ilk çıkan talimatı da Kanada mevzuatından alınmıştı. Ancak, az gelişmişlik kompleksinden kurtulamadığımız için Kartagena Protokolü görüşmelerinde Kanada veya AB ülkelerinin yer aldığı farklı gruplar yerine üçüncü dünya ülkelerinin yer aldığı “Kafadarlar” grubuna katılmayı tercih ederek modern biyoteknolojiden ne anladığımızı da ortaya koyduk. Daha sonra da malum Biyogüvenlik Kanunu ile GDO ekimini kökten yasakladık.
AB ülkelerinde ise aynı herbisite örneğin glifosata dayanıklılık gösteren soya fasulyesi mutasyon ya da somaklonal varyasyon sonucu elde edilmişse herhangi bir risk değerlendirmesine tabi tutulmadan tescillenip pazarlanabilirken, modern biyoteknoloji, yani genetik transformasyon sonucu geliştirilmiş aynı herbisite dayanıklı soya fasulyesi GDO olarak sınıflandırılıp yıllar süren risk analizlerine, pazara sürme ve pazarlama sonrası izleme prosedürlerine tabi tutuluyor. Halbuki her iki soyanın yetiştirilmesinde kullanılan glifosatın insan sağlığı ve çevre üzerindeki olası olumsuz etkisi birbirinin aynısıdır.
ABD’de risk analizlerini kurumlar yapıyor
Öte yandan, çoğu ortamda yanlış tartışılıyor olsa da ABD’nin GDO değerlendirmesinde ürün esaslı risk değerlendirmeden ziyade ürün/yöntem karışımı bir yol izlemesidir ki aslına bakarsanız son yıllarda bu, yöntem esaslı değerlendirmeye doğru bir kayış göstermektedir.
ABD’nin GDO’ların güvenli kullanımı konusunda AB ülkelerinden ayrıldığı nokta ise GDO’lar için yeni bir mevzuat ve kurumlar oluşturma yerine FDA, USDA ve EPA gibi mevcut kurumların görev tanımları çerçevesinde risk analizlerini yapması ve ona göre onay vermesidir. Bu da AB kadar olmasa bile her GDO için oldukça uzun süren ve masraflı risk analizlerini gerektirmektedir.
Yeni ıslah teknikleri bunun neresinde duruyor?
Şimdi soru yeni bitki ıslahı teknikleriyle elde edilen bitkilerin GDO olup olmadıkları ya da GDO’lara uygulanan risk analizleri ve diğer uzun ve masraflı prosedürlerin bunlara uygulanıp uygulanamayacağı. Bunun yanıtlanabilmesi için son sekiz yıldır özellikle AB ülkelerinde yoğun bir tartışma sürüyor. Konuyla ilgili şimdiye kadar çok sayıda toplantı yapıldı, raporlar hazırlandı ve makaleler yayımlandı. Böyle olduğu halde Avrupa Birliği Komisyonu bu konuda bir türlü karar veremiyor, açıklamayı sürekli erteliyor.
Bu gecikme belki de ilk olarak 1990 yılında çıkan ve sonrasında modifiye edilen iki direktifin ve 2003 yılında uygulamaya konulantüzüklerin esas aldığı GDO tanımının da ele alınmasını zorunlu kılacaktır. Daha önce de yazdığım gibi halen mevcut tanım modern biyoteknoloji, yani genetik mühendisliği yöntemleri kullanılarak elde edilen bitkileri klasik yöntemlerle elde edilen bitkilerden tamamen ayrı tutarak yani son ürünü neredeyse göz ardı ederek pek de bilimsel olmayan bir durum sergiliyor.
GDO tanımı yapılmakta zorlanılıyor
Şu anda, 2001/18/EC No’lu direktifteki bu GDO tanımı ne kadar zorlanırsa zorlansın, yeni bitki ıslahı tekniklerinden bir iki tanesi dışındakiler sonucu geliştirilecek ürünlere pek cevap vermiyor. Sadece CRISPR-Cas9 yöntemi ile edilen nokta mutasyonları kapsam dışı tutulabiliyor. Aslında bu bile tam olarak anlaşılmış bir konu değil. Daha bundan birkaç ay önce İsveç’teki yetkili otorite bunu kapsam dışı tutan bir görüş vermişken, Almanya tam tersi bir görüş bildirmiş bulunuyor.
Tartışmaların karmaşıklığını arttıran noktalardan birisi de klasik ıslah grubuna giren bitkiler ile modern biyoteknoloji yöntemleri kullanılarak geliştirilmiş ürünler arasında bir kategori bulunmuyor olması. Diğer bir anlatımla, eğer yöntemleri esas alırsak aslında bir klasik ıslah yöntemleri, bir de modern bitki ıslahı yöntemleri karşımıza çıkıyor. Ancak, uygulamada bunun her ikisinin arasında geniş bir yelpazede başka bir türden gen aktarmaksızın geliştirilen ancak modern bitki ıslahı yöntemlerinin ürünleri bulunuyor. Ve bunların sayısı gittikçe artıyor.
Mevzuat politik basiretsizlik nedeniyle değişmiyor
Dolayısıyla biyogüvenlik değerlendirmeleri yaparken ürünü geliştirmede kullanılan teknikleri tasnif etmek bir çözüm gibi görünse de işin detaylarına girdiğimizde bunun pek de kolay olmadığı, bu tasnif yapılabilse bile bunun herkes tarafından kabul görmeyeceği anlaşılıyor. Herkes tarafından kabul görmek dediğimde sadece GDO karşıtı STK’ları kastetmiyorum. Bilim insanları ve farklı ülkelerdeki düzenleyici kurumlar da kullanılan farklı yöntemlerin sınıflandırılması ya da hangi ürünlerin bu farklı sınıflara göre elde edilmiş olacağı üzerinde henüz anlaşmış değiller.
Bu itibarla, bilimciler arasında önemli bir kısım ürün bazında değerlendirme yapılmasının daha bilimsel ve akılcı olacağını savunuyor. Buna örnek olarak da Kanada sisteminin AB ve hatta ABD’ye göre çok daha etkin ve kolay işlediğini iddia ediyorlar. Bu bakış açısı bence de daha akılcı görünüyor. Ancak, bunun hayata geçirilmesi pek de kolay değil. Bunun için öncelikle mevcut biyogüvenlik mevzuatının değiştirilmesi gerekiyor ki AB ülkelerinde bu neredeyse imkansız. Bırakın mevzuatı değiştirmeyi, aslında fevkalade detaylı bilimsel risk analizleri sonucu onaylanması gereken GDO’ları bile politik basiretsizlik sonucu bir türlü onaylayamayan bir sistemin mevzuatı değiştirmesi beklenemez.
Bitki ıslahı teknikleri süreçten etklenecek
Sonuç olarak, GDO’ların risk analizlerinde kullanılan biyogüvenlik mevzuatının ürünlerin taşıdığı özelliklere göre değil de bunların geliştirilmesinde kullanılan modern biyoteknoloji tekniklerini esas alması modern bitki ıslahı tekniklerini büyük ölçüde etkileyecek gibi görünüyor. Bu konuda, Kanada ve muhtemelen ABD daha pragmatik davranarak ürünleri ve bunların özelliklerini değerlendirmeye alıp üretirken, AB ülkeleri GDO tartışmalarını yeni bitki ıslahı teknikleri üzerinden devam ettirecek ve bunları üretmek yerine ihtiyaç duydukça ithal edecek.
|