Geçtiğimiz sayıda GDO'lu pirinç tartışmalarına açıklık getirmeye çalışmış ve özetle dünyada genetiği değiştirilmiş çeltiğin ticari üretiminin olmadığını ve basında yer alan yüzlerce asılsız haberin bilimsel gerçeklerle alakası olmadığını anlatmaya çalışmıştım. Nitekim, o yazıdan birkaç gün sonra İTÜ Rektörlüğü tutuklamalara yol açan Raporu geri çektiğini açıkladı. Tabii bu olay bizim dantel derinliğindeki entel köşe yazarlarımız tarafından “GDO lobisi bastırdı İTÜ raporu geri çekti” şeklinde yorumlandı. “GDOlu olmayan bir ürün için GDO lobisi niye bastırsın?” gibi basit bir soruyu akıllarına getirmekten aciz olan kesim için söyleyecek bir söz bulamıyor yorumu sizlere bırakıyorum. Her neyse, ben yine “Yeşil Devrimin Babası: Norman Borlaug” başlıklı yazıda anlatmaya başladığım Yeşil Devrim konusuna kaldığımız yerden devam etmek istiyorum. Hatırlarsanız o yazımda Norman Borlaug’un Meksika’da başlattığı buğday ıslah çalışmaları sonunda geliştirilen yeni çeşitlerin bazı engellere rağmen kısa sürede Türkiye dahil birçok gelişmiş ülkede nasıl yayıldığını, verimin ve dolayısı ile üretimin 2-3 kat artmasıyla milyarlarca insanın nasıl açlıktan kurtulduğunu ve bu başarı nedeniyle de Norman Borlaug’un 1970 yılında Nobel barış ödülü aldığını anlatmış ve yazımı “Ancak bugün, çivisi çıkmış dünyanın sahte bilimci ve profesyonel eylemci takımı önderliğini Borlaug’un yaptığı Yeşil Devrim’i insanlığın bir numaralı düşmanı olarak tanıtmada adeta birbirleriyle yarış halinde.” diyerek tamamlamıştım. Yeşil Devrim deyince aklınıza bizdeki yeşil sermaye ya da diğer ülkelerdeki karpuz misali dışı yeşil içi kırmızı sözde çevreci gruplar ve onların uzantısı yeşil partiler gelebilir. Bununla beraber, 1960’ların ortasından başlayarak bugünlere kadar etkisini sürdüren Yeşil Devrim, tarımsal üretimde araştırma, geliştirme, altyapı yatırımları ve teknoloji transferi gibi çok farklı uygulamalardaki köklü değişiklikleri ve etkilerini tanımlamada kullanılmaktadır. Yeşil Devrim, tarımsal üretimi artırmanın yanında gerek gelişmiş gerekse gelişmekte olan ülkelerdeki bir dizi sosyoekonomik ve çevresel sonuçlarıyla halâ tartışılmaktadır. Bazı araştırmacılar Yeşil Devrimi incelerken 1965-1985 yılları arasını ve 1985-2005 yılları arasını ayrı ayrı incelemeyi tercih etmektedirler. İlk dönemi Yeşil Devrim Yılları, ikinci dönemi de Yeşil Devrim sonrası yıllar olarak tanımlayanlar da vardır. Şimdilerde modern tarımsal biyoteknolojinin uygulamaya girdiği dönemi, yazılım programlarının yeni sürümlerini çağrıştıran Yeşil Devrim 2.0 olarak adlandıranlar da bulunmaktadır ki bu konuya daha sonraki yazılarımızda gireceğiz. Birinci dönem Yeşil Devrim yıllarıyla birlikte dünya nüfusunun kalori ihtiyacının büyük bir kısmını karşılayan 3 ürün yani çeltik(pirinç), buğday ve mısır üretimi geçtiğimiz 50 yıl içerisinde üç kat artarak aynı dönemde ikiye katlanan dünya nüfusunu beslemeyi büyük ölçüde başarmıştır. Bu dönemde, tarım yapılan alanların oranı ise sadece % 30 artmıştır. Tarımsal üretimdeki bu artış sadece hastalıklara dayanıklı ve yüksek verimli çeşitlerin geliştirilmesiyle değil aynı zamanda kimyasal gübreler, sentetik pestisit ve herbisitlerin yaygın kullanımı ve sulama sistemleriyle tarımsal mekanizasyonun çiftçilere ulaştırılmasıyla mümkün olmuştur. Bunların olumlu ve olumsuz yanlarını aşağıda özetleyeceğim. Bu dönemde dikkate değer konuların başında araştırma ve geliştirme çalışmalarının önemli bir kısmının gelişmiş ülkelerdeki kamu araştırma kurumlarıyla üniversitelerde ve Meksika’daki Uluslararası Mısır ve Buğday Geliştirme Merkezi (CIMMYT) ve Filipinler’deki Uluslararası Çeltik Araştırma Enstitüsü (IRRI) gibi CGIAR tarafından eşgüdümü yapılan uluslararası tarımsal araştırma merkezlerinde yürütülmüş olmasının yanında, bu teknolojilerin gelişmekte olan ülkelerdeki ulusal tarımsal araştırma kuruluşları tarafından yerel koşulara adapte edilerek çiftçilere ulaştırılmış olmasıdır. Türkiye’de örneğin Tarım Bakanlığı Araştırma Enstitüleri ile Ziraat Fakülteleri bir taraftan bazı genç araştırmacılarını belirli bir program dahilinde CIMMYT’e eğitim için gönderirken diğer yandan buradan gelen ıslah hatlarını ya melezleme ıslahında kullanarak ya da doğrudan adaptasyon denemelerine tabii tutarak yeni çeşitlerin geliştirilmesini sağlayabilmişlerdir. Bu çeşitlerin tohumları bilahare Devlet Üretme Çiftlikleri, TZDK ve Tarım Kredi kooperatifleri vasıtasıyla çiftçilere ulaştırılmıştır. Ziraat Bankası bu tohumların genetik performanslarını tam olarak sergileyebilmeleri için gerekli kimyasal gübre ve sentetik kimyasalllar ile mekanizasyona yönelik kredi imkanları sağlamıştır. Dünya Bankası desteğiyle yapılan barajlar ve sulama sistemleri de DSİ ve Köy Hizmetleri gibi kamu kurumlarının yardımıyla üreticilerin hizmetine sunulmuştur. Bu tip hizmetlerin çiftçilere devletin de organizasyon ve altyapı finasmanı yardımıyla ulaştırıldığı gelişmekte olan Hindistan, Pakistan ve Filipinler gibi ülkelerde mısır, çeltik ve buğday üretimleri büyük ölçüde artmıştır. Bu çeşitlerin ve hizmetlerin ulaştırılamadığı çoğu Afrika ülkesinde ise aynı üretim artışı sağlanamamış dolayısı ile Yeşil Devrim kıtlık sorununa çözüm olamamıştır. Örneğin Çin dahil Asya ülkelerinde bu modern çeşitlerin ekim alanları % 82 olarak belirlenen 1998 yılı itibariyle Afrika’da bu oran % 27 ile sınırlı kalmıştır. Özetle, Yeşil Devrim çeşitlerinin dolayısı ile bunların üretim artışına olan etkileri küresel ölçekte her ülke ya da bölge için aynı olmadığı kesindir. Bu çeşitlerin adaptasyonunun ve bununla ilgili tarımsal teknolojilerden yararlanma oranı yüksek olan gelişmiş ülkelerdeki üretim artışları da bu nedenle gelişmekte olan ülkelerden çok daha fazla olmuştur. Bu önemli tahılların üretimindeki artış 2000 yıllarının ortalarına kadar fiyatlarda da reel olarak düşüşe neden olmuştur. Burada, Yeşil Devrimin sosyoekonomik etkilerini incelemek durumda olmadığımı belirtmek isterim. Ancak, özellikle son yıllarda Yeşil Devrimle sağlanan üretim artışının açlığa çare olmadığı söylemi kulağa hoş gelse ve içerisinde gerçeklik payı olasa dahi yukarıda da belirttiğim üzere burada Yeşil Devrimin şu veya bu nedenle giremediği ülkelerde açlık ve fakirliğin daha büyük boyutlarda yaşandığını da görmek gerekir. Yeşil Devrimin başarıyla uygulandığı ülkelerde insanların günlük kalori ihtiyaçlarını daha az para ödeyerek karşılayabiliyor olmaları refah düzeylerine de önemli katkıda bulunmuştur. Her ne kadar, düşük tahıl fiyatları mikroelementlerce zengin baklagil tüketimi oranlarını da olumlu etkilemiş olsa da bu baklagil bitkilerine yeterince destekleme verilmeyen ülkelerde baklagil üretiminin düşmesiyle baklagil fiyatlarındaki artış da bir sorun olarak yaşanmaktadır. Dolayısı ile Yeşil Devrimin sosyo ekonomik etkileri ülkeden ülkeye farklılık göstermekte ve bu nedenle de genellemeye giderek açlığı ve fakirliği gidermede başarılı ya da başarısız olmuştur demek doğru olmamaktadır. Bunu yanında, Yeşil Devrimin belki de en başarılı tarafı verim artışları sonucu oluşan üretim düzeyleri nedeniyle yeni tarım arazileri açılmasının büyük ölçüde önüne geçmiş olmasıdır. Şekil 1’de görüldüğü üzere, 1960’lardan günümüze geliştirilen yeni çeşitler ve benzeri tarımsal uygulamalarla çok fazla tarım alanına ihtiyaç duyulmadan artan nüfusu beslemeye yetecek buğday üretimi sağlanabilmiştir. Öyle ki, 1960’da 450 milyon olan Hindistan nüfusu 2010 yılında iki buçuk kat artmışken, 1960’da 161 milyon hektar tarım alanı sadece % 5 artarak 171 milyon hektara ulaşmıştır. Dolayısı ile Yeşil Devrim sayesinde 65 milyon hektar alan tarımsal alana dönüştürülmekten kurtulduğu gibi kentlere göçen bir kısım kırsal nüfus sayesinde ormanlık alanlarda 15 milyon hektar bir artış yaşanmıştır. Şekil 1. Hindistan’da 1960-2010 yılları arasında buğday üretimine ayrılan mevcut ve potansiyel tarım alanı miktarı (M Ha). Aşağıdaki mavi kısım halen buğday yetiştirmekte kullanılan tarımsal araziyi gösterirken, yukarıdaki sarı kısım 1960 buğday verimiyle bugünkü üretim düzeyini gerçekleştirmek için sürülmesi gerekecek tarım arazisi miktarını göstermektedir. Tekrar söylemekte yarar var. Yeşil Devrimin başarıyla uygulandığı Hindistan ve Çin gibi ülkeler artan nüfuslarını beslemek için daha fazla tarımsal arazi kullanma yoluna gitmezken Endonezya gibi ülkeler yanlış devlet politikaları nedeniyle orman kıyımlarını hızla sürdürmektedirler. Türkiye’de tarımsal arazilerin koruyucu kanun ve kuralların varlığına rağmen tarım dışı amaçlarla hızla yok edildiğini de her halde kendi gözlerinizle izliyorsunuzdur. Yeşil Devrimin çevre üzerindeki özellikle yukarıda bariz olarak görülen doğal yaşam alanlarının tarımsal amaçla tahribinin önlenmesi gerçekten üzerinde durulması gereken bir yanıdır. Nitekim ünlü yazar Mark Twain yıllar önce “Tarla alınız, artık üretmiyorlar” diyerek konunun önemini veciz bir şekilde vurgulamıştır. Bununla beraber, Yeşil Devrim ile birlikte aşırı ve bilinçsiz kimyasal gübre kullanımındaki artış tarım topraklarının çoraklaşması ile yer altı ve yüzey sularının kirlenmesine yol açmıştır. Aynı şekilde, bilinçsiz ve gereksiz pestisit kullanımı da çevre ve insan sağlığı üzerinde olumsuz etkiler oluşturmaya devam etmektedir. Bunların yanında hem kimyasal gübre üretiminin fosil yakıtlara bağımlı olması, hem de sulama ve mekanizasyonla gelen yakıt tüketimindeki artış tarımsal üretimin karbon salımındaki artışları da olumsuzluklar hanesine yazmaktadır. Diğer bir ifadeyle tarımsal üretimdeki artış çok önemli çevresel sorunlarla karşımızda durmaktadır. Bundan bir yıl kadar önce yazmış olduğum sürdürülebilir kalkınma içinde tarımın rolü konusu daha detaylı ele alınmak zorunda. Burada, ilk iş tabii ki iyi tarım uygulamalarıyla işe başlayıp gereksiz ve bilinçsiz uygulamalardan kaçınmak. Yeşil Devrim sonrası dönemde yani 1985-2005 yılı arasındaki dönemde ise sadece Türkiye’de değil hemen hemen dünyanın tüm ülkelerinde tarımsal üretimin farklı bir düzleme geçtiğini görüyoruz. Serbest piyasa ekonomisi tüm dünyada hemen her alanda kendisini kabul ettirmeye başladığından tarımsal üretim sistemleri de bundan nasibini alıyor. Bu nedenle, 1985 yıllından sonra tarımsal üretimde yaşanan dönüşümler sadece Türkiye’de değil tüm dünyada önemli etkiler yaptığından yaşanan sıkıntıları Yeşil Devrim ile özdeşleştirmek de büyük haksızlık olur kanısındayım. Örneğin, bir zamanlar devlet tekelinde olan tohumculuk artık özelleşmiştir; tüm dünyada devletin tarımsal ar-ge yatırımları azalmakta fakat özel sektörün ağırlığı artmaktadır. Bu da özel sektörün kârlı gördüğü türler üzerinde yoğunlaşması sonucunu doğurmaktadır. Tarımsal üretim destekleri azalmakta, ürün piyasaları yerel olarak değil küresel aktörler taraından belirlenmektedir vs… Yazıyı sonlandırırken bir şeyi daha vurgulamakta yarar var. Her ne kadar, teknoloji karşıtları Yeşil Devrimi ve kazanımlarını tümden karalamaya kalksalar da dünya nüfusu bir taraftan artarken kentleşme ve refah seviyesi de gözle görülebilir şekilde artmaktadır. Bu da beslenme ve tüketim alışkanlıklarının değişmesine dolayısı ile üretim sistemlerinin yeniden yapılandırılmasına neden olmaktadır. Bununla ilgili taleplere yanıt vermek de biz tarımcılara düşmektedir. Bazılarının Yeşil Devrim 2.0 olarak adlandırdıkları içinde bulunduğumuz dönem ise dünyanın ve insanlığın geleceği için yeni umut ve umutsuzlukları beraberinde getirmektedir. Modern biyoteknolojik yöntemlerin tarımsal üretimde kullanılması henüz 20 yılı bulmamıştır. Ancak, bu teknolojinin teknolojiyi benimseyen ve benimsemeyen kitleler ve ülkeler arasında tartışılması gittikçe bilimsel gerçeklerden ziyade ideolojik ve kişisel tercihler yönünde olmakta, bundan yine bir kesim faydalanırken bir kesim zarar görebilmektedir. Bu da büyük ölçüde kamuoyunun yeterli ölçüde bilgilendirilememiş olmasından kaynaklanmaktadır. Önümüzdeki sayıdan itibaren Yeşil Devrim 2.0 yani modern biyoteknoloji yöntemlerinin tarımsal üretimdeki yerini işin abecesinden başlayarak anlatmaya çalışacağım.
|